AYAKTA ÖLÜR AĞAÇLAR
Hazin bir sonbahar akşamında, deli rüzgârların dürttüğü kara bulutlar hüzünle ağlarken üzerimize, dolunay, sokaktaki su birikintilerinin üzerine yakamoz olup düşüyor. İstanbul’un soğuk, yalnız sokakları dans ediyor loş ışıklarla. Her taşı ulak olup, yüzyıllar öncesinden ayrı bir mesaj getiriyor. Yedi tepenin her birinde, Fatih Sultan Mehmet’in sert, ihtişamlı çehresi portre misali beliriyor. Yırtılıyor gök, titriyor arş. O kutlu padişahın kılıçtan keskin sözleri, şayka olup patlıyor güçlü surlarda. Kırıp atıyor zincirlerini Haliç. Bir “haydi” ile yiğitler, anadan, serden geçiyor. Yüreğimde at sürüyor şanlı orduları. Sanki toprakları değil, gönülleri fethetmeye gidiyor.
Şairin de dediği gibi; her dinleyişimde İstanbul’u gözlerim kapalı, bu seslere şahit oluyorum, bu destan canlanıyor zihnimde. Ve kanayan ruhumun yansıttıklarıyla örülü hislerim şu kelimelerle misafir oluyor pabuç kadar dilime; “Ölmez! Ölümsüzlüğü keşfeder insanoğlu arkada bıraktıklarıyla, önemli olan ne kadar yaşadığın değil, nasıl yaşadığındır şu üç günlük dünyanın birinci, ikinci ve üçüncü gününde.
Duvarlar her gün bir adım daha atarken üzerine, zindandaki müebbet esarette yüz yıl yaşamaktan hayırlıdır, erken yaşta Azrail’e “merhaba” demek ve hapşırdığında her an yanında olduğun dostlarının “çok yaşa” demesi olacaktır belki de ömrünü uzatan. Ama sen, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışacak ve yarın ölecekmişçesine seveceksin her şeyi. Acıların ortasında boğulurken bile iki yana açılarak gülümseme işareti yapacak yüzüne gamzelerle tutturulmuş, minicik ağzın. Her doğan güne, güneşe şükran duygusuyla kapını açacak, batışında basit bir el sallayışla, “eyvallah” sözüyle veda edeceksin. Önemli değil ömrünün yılı, ayı, günü. Sen, arkanda bıraktığın siyah beyaz anılarınla ölümsüzleşeceksin.
Ömür binasının her katında yalan, dolan, acı ve hüzün kiracılarını barındıran yetmişlik ihtiyarın ömründen hayırlıdır, hayata göz pencerelerini bir kez açıp, bir saat kalbinin odalarını dünya güzellikleriyle aydınlatıp, tekrar kapatan bebenin yaşamı.
Sonsuzdur, hayat şişesi yaşanılası her şeyle dolu olanın ömrü, o şişeye ihtiras suyunu defalarca doldurup boşaltandan. Fıçıdaki sirke gibi hayat değerli değildir, bir bardak şarap misali ömürden…
Dört dörtlük değildir ya her insan ve ömür, o zaman da kayıpları kazanılmış dersler olarak görmeliyiz. Yürüdüğümüz yolda önümüze çıkan bir engele takılıp düştüğümüzde, onu diğer engellerin habercisi olarak algılamalı, yerlerini ezberlemeli ve aynı yoldaki bir daha ki turumuzda yürümeyi bırakıp koşmalıyız yolun sonuna dek.
Yolun sonunda, şairin titreyen elleriyle tuttuğu cılız kaleminin beyaz sayfalara döktüğü şu satırları mıh gibi çakmalıyız aklımıza; “Ölene kadar bekleyecekmiş, sersem! Ben seni beklerken ölmem ki. Beklersem…”
Sevgidir ölümsüzlüğe büründüren ruhu, elbet ya sevmek, insanların insanları sevmesi değil ki bir tek! Yaşama dair ne varsa, en basit şeyleri dahi, bir çakıl taşını, kuru bir ağacı sevmek. Hayalindeki yaşam yolunu düşleyip, aynada gördüğün yüzü sevmek, yaşamayı sevmek, azim ve hırsla, değişmeceli anlamları gerçeğe taşıma umuduyla, “ben aşarım!” diyerek çıkmaz bir yolu sevmek.
Dünya balta girmemiş bir orman misali görülür bir çift gözle. Dallı budaklı, büyüklü küçüklüdür insanoğlu. İmrenerek bakmayın koca çınarların bitmek bilmeyen ömrüne, boş verin siz sarmaşık olun. Belki ömür biçilmez size o kadar, şayet unutma, yaz bunu kalp tahtasının bir kenarına; birlikteyken güzeldir anılar. Keza terk ettiğinde yuvalarını kuşlar, “ayakta ölür ağaçlar…”